19 Aralık 2008 Cuma

İsyanı Doğru Okuyabilmek İçin Notlar

İsyanı Doğru Okuyabilmek İçin Notlar
GÖKHAN GENÇAY
Antik dönemden beri tarihsel planda küresel kültürel birikimin olumlu veya
olumsuz birçok unsurunun arkeolojik temelinin mayalandığı topraklar, son
günlerde göz kamaştırıcı bir yıkıcılıkla parıldayan bir isyanla gündeme
yerleşti.

Felsefenin, demokrasinin, kentin ve mitolojinin anayurdu olarak ortalama
‘medeniyetperverlerin’ bilincinde ayrıcalıklı bir yere sahip
olan Yunanistan, bu sefer tüm dünyaya anarşinin de Helen etimolojisine
sahip bir sözcük olduğunu hatırlattı. Öyle ki; Yunanistan isyancı
hareketini, ve o hareketin en yaratıcı, canlı ve atak kesimini temsil eden
anarşistlerin Yunanistan’daki imrendirici geleneklerini bilmeyen,
konuya vakıf olmayanlar, 6 Aralık’ta polislerin on altı yaşındaki
anarşist Aleksi’yi öldürmesinin ardından patlayan ve gün geçtikçe
yerel/küresel çapta dalga dalga gelişen isyanı şaşkınlıkla anlamlandırmaya
çalışıyorlar.

Özellikle yaşadığımız toprakların entelijansiyası; gazetecisi,
akademisyeni, geleneksel solcusu ve kanaat önderiyle, topyekûn bu isyancı
dinamiği analiz etmeye soyunuyor son günlerde. Ancak bu analiz çabaları
öyle ucube noktalara ulaşıyor ki, sapla samanın karıştırılmasını vakayı
adiyeden sayarak ehven-i şer bağlamında -naif ölçütlerde olduğu müddetçe-
bu karmaşayı makbul karşılayacağımız bir ortalama düzeyin varlığından söz
edebiliriz doğrusu. Çünkü mevzu gayet derin ve yüzeysel yargıların altını
oyacak bir aktif dinamiği içeriyor. Hatta, coğrafi olarak burnumuzun
dibinde olarak tarif edeceğimiz koordinatlarda yer alan Yunanistan, -ne
ilginçtir ki- sıra sistem karşıtlarının, isyancıların refleksleri ve
kültürel değer yargıları düzleminde bir kıyasa geldiğinde, yaşadığımız
topraklara bir hayli uzak görünüyor.

Bu uzaklığa ve bu uzaklığın sorumlularına yönelik kısa birkaç kelam
etmeden önce anaakım iletişim organlarından üzerimize püskürtülen
tespitleri hatırlamak faydalı olacak gibi. Çünkü bu saydığımız aktörlerin
ekseriyetinin niyeti, mevcut durum üzerine hakiki bir inceleme yapmak, ve
ardından bu doğrultuda pozitif derslerle kendini zenginleştirmek
motivasyonundan şekillenmiyor; tam tersine, çabalarının örtülü içeriğinde
ağırlıklı olarak, fiilen pratikte yaşanan süreci kendi meşreplerine
uydurma kaygısı öne çıkıyor maalesef.

-Mahşerin üç atlısı-

Yunanistan isyanına yönelik analizlerde, okuma/algılama çabalarında -kendi
içlerinde daha geniş alt gruplar da barındıran- kabaca üç manipülatif ana
grup mevcut: Bunlardan birincisi, gelişen olayların, polis şiddetine karşı
sivil toplumun demokratik tepkisi ekseninde şekillendiğini ve bu noktadan
meseleye yaklaşıp “aşırı unsurlar” (siz anarşistler diye
okuyun bunu) bir tarafa bırakıldığında parlamenter demokrasinin
derinleştirmesi için kurumsal potansiyellerin mevcut olduğunu ifade
edenlerden oluşuyor. Bu tayfanın genelde AB taraftarlığı ve liberallik
ekseninde bir ideolojik duruşu olduğundan, ne şiş yansın ne de kebap
misali, bir yandan Aleksi’yi vuran polislerin sembolize ettiği
şiddetin keyfiyetine karşı demokratik reformları savunurlarken, bir yandan
da polise, devlete, şirketlere karşı meşru bir öfkeyle başkaldıran
insanlara itidal tavsiyesinde bulunabiliyorlar. Kısacası, liberal
kurumları ve kurulu sistemi muhafaza etme söz konusu olduğunda kaba şiddet
araçlarını değil sistemin eldiven takmış güler yüzlü yumruğunu demokratik
kazanım ufuklarının en uç sınırına yerleştirenlerin tekmili birden bu
kümede sıralanıyorlar diyebiliriz.

İkinci grupta ise tüm renk ve çeşitliliğiyle geleneksel solcular mevcut.
Stalinistinden reformistine, Troçkistinden Maoucusuna kadar tüm
hiyerarşik/homojen sol anlayışa mensup özneler, nüanslarda ayrılsalar da,
Yunanistan isyanına ve isyancılarına kendi arkaik programatik amentüleri
ekseninde bakmaya devam ediyorlar. Hareketin kendiliğindenliğini, doğrudan
demokrasi ve doğrudan eylem içeren özünü, otonom karakterini, özgürlükçü
ağlara dayanan örgütlenme kapasitesini; yani asıl ayırt edici öğelerini
eksiklik ve zaaf olarak niteleyip, klasik bir “halk
kalkışmasının” tezahürü olarak sahiplendikleri isyana içkin asıl
değerleri alttan altta görünmez kılma kaygısında ortaklaşıyorlar. Bu
gruptakiler de halkın sokaklara taşan eylemini överken, hareketin bütünsel
ölçekte teorik planda alışık oldukları gibi parti önderliğinde iktidar
perspektifi taşımayan doğasının kendi reel varoluşlarına aykırılığını
açıklayabilme, anlamlandırabilme telaşı içindeler aslında. Bu çabanın
mantıklı sonucu olarak da, Yunanistan isyanını coşkuyla selamlayan
metinlerinde bile, o isyanın erdeminin, sahip olduğu otonomist gelenek
olduğunu kabullenmekten ısrarla imtina ediyorlar. Tarihsel hatıralar
babında açtıkları, 2. Dünya Savaşı’nda çarpışan partizanlardan
Albaylar Cuntası’na direniş günlerine uzanan bir Yunanistan devrimci
geleneği manzumesinde, her ne hikmetse güncel boyutta süren isyanın asıl
öznesi konumundaki anarşistlere tek satır yer vermeme maharetini
gösterebilmeleri de dikkat çekici!

Üçüncü ve isyan karşıtlığı bağlamında en kaba biçimde tasnif
edebileceğimiz grup, tüm hizip ve kanatlarıyla sistemin reel güçlerinden
mürekkep. Yunanistan’da kırılan her mağaza vitrininin,
yakılan/tahrip edilen her ‘medeniyet sembolünün’ acısını kendi
ruhlarında, bedenlerinde hisseden muktedirler takımı bunlar. Kendi kâr
hırslarıyla yeryüzünü talan edenler, dünyadaki canlıların tümüne özgür
yaşam imkânı tanımayarak köleleştirenler, vahşetle, zorbalıkla, yalanla,
kandırmayla sosyal-siyasal iktidarlarını sürdürmekten başka kaygıları
olmayanlar ve onların çanak yalayıcıları bu kümenin bileşenleri.
Yunanistan’daki isyanın yayılması, kendi mekânlarına, nüfuz
alanlarına kadar ulaşması ihtimalini düşünmek bile ödlerini koparmaya
yetiyor bunların; hele ki yaşadığımız coğrafyada hiçbir kısıtlama ve
itirazla karşılaşmadan astıkları astık, kestikleri kestik
yaşarlarken… İstediklerini iliğine kadar sömürüp istediklerini sokak
ortasında vurma gücüne sahip oldukları bir habitatta yerli efendilerimiz,
‘komşuda’ tek bir ölümün bile böylesi bir tepkiye vesile
olmasına gizliden gizliye şaşırıyorlar. Nitekim, bu gruptan güncel
gelişmeleri okuyanların dillerine, söylemlerine daha bir birlik, daha bir
tek seslilik hakim. Hep bir ağızdan yüce devlet kurumu karşısında
hadlerini bilmeyen ‘çapulcuları’ aşağılama, onlara hakaret
etme yarışına girebiliyorlar. ( Tabii, kendini ilk olarak tarif ettiğimiz
liberal grupta gibi sunup, yazılarında bu kaba devletçi gruba kan taşıyan
‘radikal’ gazetecilerimiz de mevcut güzide
memleketimizde!)

- Hesapsız yıkıcılık paradigmaları altüst ediyor-

Bütün bu üç kümelenmenin de ontolojik farklılıklarına rağmen
ortaklaştıkları yegâne husus ise Yunanistan isyanına karakterini,
kimliğini veren anarşistlere ve anarşist eylem tarzlarına yönelik
“çapulcu, Vandal, bilinçsiz, sorumsuz vb.” gibi sıfatları
layık görmeleri. Beş benzemez siyasal akımların sözcüleri sıra
anarşistleri eleştirmeye geldiğinde benzer argümanlarla konuşur hale
gelebiliyorlar; hesapsız yıkıcılığın yaratıcı dinamiğini bir çeşit
körleşme efektiyle göremez, anlayamaz oluyorlar. Onlarca yıldır Yunanistan
coğrafyasında faal olan çeşitli eğilimlerden anarşist grupların,
otonomların (Bookchin’den esinlenenlerden sendikalistlere,
Bonanno’dan feyz alan isyancı anarşistlerden anarşist komünistlere,
Yunanistan, Avrupa’nın en güçlü ve yerleşik anarşist hareketini
barındırmaktadır) varlığını yadsıyarak süren isyanı doğru kavramak mümkün
değil oysa. Yunanistan toplumundaki otorite karşıtı, özgürlükçü kültürel
alışkanlıkların yaygınlığında bu anarşist varoluşların aktif
belirleyiciliğinin de üstünden atlanamaz.

Peki, liselerden üniversitelere, mahallelerden sendikalara toplumun her
kesiminin kendince, kendi araçlarıyla böylesi büyük bir katılımla içinde
yer aldığı, hatta devletin tüm kurumlarının çaresizce geri çekilmek
zorunda kaldığı bir isyan, tek bir somut nedene bağlanabilir mi? Bütün bu
toplumsal kesimlerin hepsini sokağa çeken aynı saikler, aynı talepler mi?

Sosyal, ekonomik, kültürel her mecradan sıkışan ve neoliberal hegemonyanın
gelecek umutlarını tümden söndürmeyi yavaş yavaş başardığı, en yaşamsal
ihtiyaçların tatmin edilmesinin bile büyük problemlere vesile olduğu
toplumsal koşullarda geniş toplumsal katmanların zaten huzursuz bir
pozisyonda yaşaması kaçınılmaz bir durum. Bu huzursuzluğun da birçok
boyutta gerilimlere kaynaklık edeceği ve patlamak için “artık
yeter” dedirtecek bir momentin yeteceği anları beklediği aşikâr.
Yunanistan toplumunun genlerine işlemiş “üniforma allerjisi”,
polisin işlediği cinayet üzerine bu gerilimi patlatan fitil işlevini
böylesi bir birikimin üzerinden kazandı. İnsanların hep beraber öfkeyle
karşısına dikilebilecekleri açık bir devlet vahşeti, adalet ve özgürlük
taleplerinin her kapsamda eylemli biçimde sokağa taşınabilmesini sağladı.

Bu bağlamda yanıtlanması zor olan asıl soru şu: Yunanistan’daki
koşullardan çok daha ağırına mahkûm edilmiş olan yaşadığımız toprakların
ezilenleri, niçin onlarcasına şahit oldukları benzer cinayetler karşısında
aynı kitlesel tepkiyi göstermiyor? Sosyal olanaklar ölçütünde çok daha
ağır bir eziyete maruz bırakılanlar neden aynı Yunanistan’daki gibi
sokağı ele geçiremiyor? Veya daha spesifik bir soruyla da konu
boyutlandırılabilir: Üç aşağı beş yukarı aynı gündelik kültürel kodlara
sahip olan Yunanistan halkı içinde anti-otoriter refleksler bu denli
güçlüyken, neden Türkiye toplumunda –muhalifleri de dahil olmak
üzere- otoriteye biat etmek genel geçer kapsayıcılığa sahip?

Bu soruların yanıtlarını, bütün iç bağlarını da ihmal etmeden düşünmek,
değerlendirmek gerekli. Yarınımız ve geleceğimiz bu kodları kırmayı
becerdiğimiz ölçüde özgürlükçü bir içeriğe bürünebilme yeteneği kazanacak.
Bu yazı kapsamında böyle ‘derin sulara’ açılmaya
soyunmayacağım ve son günlerde dost sohbetlerinde trajikomik bir üslupla
sohbet konusu yaptığımız bir anekdotla metne noktayı koyacağım.
Atina’da süren sokak çatışmalarında polisin gençlere saldırdığını
evlerinin balkonlarından izleyen orta sınıf kent sakinlerinin, bu duruma
tepki olarak balkonlarından polise çiçek saksıları fırlattığını ve bu
nedenle beş polisin yaralandığını ajans haberlerinden duymuşsunuzdur
muhtemelen. Bu haberi aktardığımız bir arkadaşın geçen sene
İstanbul’daki 1 Mayıs eyleminde gözlemlediği durum ise, bu tepki
biçimine yaşadığımız topraklardan yapılmış bir nazire konumunda.
Arkadaşımız, Şişli’nin ara sokaklarında polislerin göstericileri
kovalaması esnasında pencerelere çıkan semt sakinlerinin, bir yandan
polisi alkışlarken bir yandan da göstericilerin tepesine kaynar su
döktüklerine şahit olmuş.Bu aktarımı duyduktan sonra ilkokul ders
kitaplarından çokça alışık olduğumuz soru kalıplarındaki gibi, bu iki
pozisyon alış arasındaki farkları sıralamaya kim cüret edecek?
Bu iki fotoğrafı/durumu karşı karşıya koyup düşünmek, özgürlüğün ete
kemiğe bürünmesine taraf herkesin üzerine düşen ciddi bir sorumluluk
oluyor sanırım…

kaynak: http://www.gumuslukakademisi.org/1/index.php?option=com_content&view=article&id=102%3Aisyani-dogru-okuyabilmek-icin-notlar&catid=57%3Agokhan-gencay&Itemid=81〈=tr

bu yaziya karşılık anarsistiletisim adlı mail grubuna gelen bir yanita aşağıda yer veriyoruz:
"gökhan'ın yazdığı kimi şeylere katılsam da kimi şeyleri hiç ama hiç beğenmiyorum.
(vandalizmi sahiplenme meselesi misal. ne münasebet, ben yunanistandaki isyancı kardeşlerimin yaptıklarını böyle okumuyorum. yaptıklarını bir anarşist olarak canı gönülden sahipleniyorum adının ne olduğuna dair hükmü ayrıca tartışırız ...)

isyanı gururla sahiplenmemiz için "doğru okumamızı" feyz edenlere ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum... biraz haddini aşan entellektüel ve de son derece erkek bir dil bu. (siz erkekliği hep aynı formda mı hayal etmiştiniz, hadi canım...) isyanı ben böyle okuyorum demek başka, doğru okumak için notlar demekse bambaşka...
birden herşeyi doğru bilen ve nasıl bileceğimize hükmeden "baba"larımızı anımsatmıyorsa ne ?
aslında benzer dillerden şikayetçi bir sürü kişi olmamıza rağmen, aman isyancı ruh durumunu bölmeyelim şimdi tarzında aslında konuyu ikinci lige düşüren halimiizin radikalizmimizden değil cinsiyetçilik meselesine dair gayrı ciddi yaklaşımımızdan kaynaklandığını düşünüyorum.

1 yorum:

  1. bu güzel bloga ve yazılara nasıl okuyucu yorumları gelmez diyorum. hatalı da olsa bir yerlerden tartışmaya başlayalım.

    yunanistan olaylarına baktıkça ben anarşist ve komünistler için karnavalesk bir ortam görüyorum. hani otoritenin kurallarının yıkıldığı o kurucu mantığın kısa devre yaptığı güzel anlar. sinemadaki ayaklanma sahnelerini hatırlayın germinal ve 1900'deki ayaklanma sahnelerini... ezilenlerin öfkesi dansla müzikle ve hiç de azımsanmayacak bir şiddetle ortaya çıkar. bu yeniden ortaya çıkışta, elbet tavanarasında saklanan önceki festivalden kalanlar vardır. 1900'de bir yerlerde "bu günler" için saklanan dev bir kızıl bayrak çıkmıştı, germinal'de işçi kadınlarla veresiye hesaplarını silmek için yatan dükkancının penisini kesip sopa ucuna takmışlardı. köleler ve köle sahipleri yer değiştirir. eski kölecilik öncesi dönem kısa bir süreliğine getirilir ve karnaval içinden bakıldığında bu sonsuza kadar gelir.

    bunun sonrasında "post festum" festival sonrası denen bir dönem vardır ki, öfke yatıştığında bu dönem başlar. orgazm sonrası bir yerini kımıldatamadan uykuya dalmak gibidir. şu anda bunu hiç düşünmek istiyorum düzenin yeniden kurulması festival alanının arkada hatırlanacak bir şey bırakmamacasına toplanması evresidir o post-festum!

    yunanistan olayları için tek temennim 68'e benzeyen bu olayların 68 gibi bir veya bir kaç ay sürmemesi, başka bir dünya mümkün diyenlerin mahçup olmamalıdır. her devrim o karnavalesk aşamadan geçer. ama doğru olan karnaval sonrasında eski düzeni yeniden kurmak isteyenlerin ortadan süpürülmesidir, karnaval alanının değil...

    bu da adım adım bir alternatif yaratarak başlar, ister iktidarı devrimle ele geçirerek ve proleterya diktatörlüğüyle kapitalist yozlaştırmanın dışında yeni bir insan/toplum yaratırsınız; ister zor olanı seçer burjuva toplumu kıyısında bu insan tipini alternatif bilinci ve eylemciliği yetiştirirsiniz ve hegemonya için beklersiniz. strateji "situasyon"a göre seçilendir.

    yunanistan'ı düşündükçe italyan örneğindeki beyaz tulumlular, toplum merkezleri, kurum işgalleri, mahalle işgalleri, devletten (polisten, devlet maliyesinden, memurlardan) kurtarılmış özerk idareler, komün evleri, (neden olmasın) komün belediyeleri gibi oluşumların gerçekleşme ihtimalini daha büyük görüyorum ve umuyorum ki böyle kazanımlarla sonuçlanacak. elbette şuanda mülke zarar aşamasındayız, ama ilelebet bu aşamada kalınacağı anlamına gelmez! yıkmak kadar anarko-komünist bir toplumu inşa etmek problemiyle karşı karşıya geleceğiz. gökdelenler gecekondulardan görünüyor, kapitalizmin meta dağları sadece sahiplenilmeyi bekliyor. kolektif emeğin üretkenliğine dayanan bir toplum için sermayenin yıkılması ve emek demokrasisinin=proletarya diktatörlüğünün inşası gerekiyor. anarşist proje,komünist projeden hedefleri açısından çok çok uzak değildir. örgütlenmek sanattır! sınıf savaşımı stratejisinin seçimi de öyle! aşk örgütlenmektir.

    YanıtlaSil